Bu yazı kaleme alınırken, UKH’nin beklenen kongresini topladığına dair bir haber gelmemişti. UKH, önderliğinin bu kongreye fiilen başkanlık etmesinde diretiyor. Ankara ise “önce fesih, sonra bakarız ne yapabileceğimize” modundan vazgeçmiyordu. Adı konulmamış süreç, bir kez daha “önce sen” karaçalısına takılıp kalmıştı.

Ancak, Kürt halkında beklenti yaratıp 19 Mart’ta patlak veren ayaklanma karşısında dağılan gücünü yeniden toparlamak için zamana oynayan dinci-faşist iktidar açısından, bu geçen zamanın avantaj değil dezavantaj yarattığını gösteren iki önemli olay meydana geldi. Birincisi 26 Nisan’da Qamışlo’da toplanan Ulusal Kürt Konferansı, diğeri Dürzi Katliamına girişen HTŞ’ye İsrail’in askeri operasyonla yetinmeyip, emperyalist-kapitalist dünyanın efendilerini Şam’a karşı harekete geçmeye çağırması.

Kürt Konferansı’nın değerlendirmesini sonraya bırakıp Dürzi katliamına İsrail’in verdiği ve alçakça bir ikiyüzlülükle bezeli tepkinin Ankara’yı neden tedirgin ettiğini anlamaya çalışalım. Bilindiği gibi İsrail Filistin devriminin Aksa Tufanı atılımıyla öylesine sarsılmış durumda ki, hemen yanı başındaki Şam’da güçlü bir iktidar görmekten ölesiye korkuyor, bu iktidar ABD-İngiltere beslemesi katil sürüsü HTŞ olsa bile. Bu yüzden, Suriye’yi farklı ulusal, etnik, mezhebi parçalara bölerek her tür girişimi anında askeri bir hareketle fiilen desteklemekle kalmıyor, dünyanın tahtı sarsılmış efendilerini de aynı refleks çizgisinde birleştirmeye çalışıyor.

İşte Ankara’yı bir anda endişeye sevk eden, sahada hemen yansımasını bulan bu aceleci çizgi. Ne de olsa Ankara, Rusya’ya karşı elde kalan tek işe yarar kartını, HTŞ iktidarını kaybetmek istemiyor. Hele ki, İsrail’in bu tutumunu, kendi derin ulusal özlemleri için bir fırsat penceresi gibi gören kimi Rojavalı unsurların etkinliği, işleri daha hassas hale getiriyor.

Şimdilik Kürt halkı, bu fırsat penceresini işaret edenlere prim vermiyor ve Tel-Aviv'i hayal kırıklığına uğratıyor, fakat Ankara’nın tek bir yanlış adımı, İsrail’in açtığı pencereyi işaret edenlerin etkinliğini arttırır. Bu korkuyla, İsrail dünyanın efendilerine çağrı yaptığında AKP sözcüsü Ömer Çelik, çalakalem bir telaş içinde UKH’ne vesayet savaşı peşinde koşanların oyununa gelmeme ve “iç cephe”yi güçlendirme mesajı yayınladı. İmza sahibinin kimliği, mesajı ciddiye almayı epey zorlaştırıyordu ama dinci-faşist gazeteci -siyaset uzmanı kılıklı tayfa, bu mesajın “tarihi önemi”ni öylesine abarttılar ki, bunun ardında yatan korku ve endişeyi görmemek mümkün değildi. Aynı tayfa, freni boşalmış kamyon misali öyle girdiler ki topa, Kürt halkına, UKH’ye, hele bir fesih kararı alın, haklar, özgürlükler üzerinize sağanak gibi yağacak vaatlerini sıralamaktan kendilerini alamadılar. Korkunun beslediği topraktan havuçlar fışkırdı.

Qamişlo’da 27 Nisan tarihinde sonuçlanan Kürt Ulusal Konferansı, bu gelişmenin hemen öncesine denk geldi. Dört parçadan gelen halk temsilcileri ve siyasi örgütler, bölgenin en güçlü ve acımasız ilhakçısının büyük bir askeri yığınağa sahip olduğu sınırın hemen biraz ötesinde toplandılar. Öyle ki, bu konferansı, sınırdaki generallerin, ellerinde dürbün boğazlarında kocaman bir düğüm, tetik parmaklarında dayanılmaz bir kaşıntıyla izlediklerine kuşku yok. Bu açıdan konferans için seçilen yer, bir cüret, özgüven ve gövde gösterisinin simgesi olmuştur.

Emekli büyükelçi Ömer Önhan -ki kendisi Suriye’ye karşı yıkım savaşı başladığında Şam’da büyükelçidir yani toplantının gerçek içeriğini değerlendirebilecek ilhakçı-faşist kalibre kendisinde yeterince mevcuttur- konferansa dair şunu söylüyor: “Kürtler bakımından türünün ilk örneği (...) daha ileri giderek 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde toplanan birinci Siyonizm kongresi veya 1913’te Paris’te toplanan Arap Ulusal Kongresine benzetmek bile mümkün.” İlhakçı faşist monşer eskisinin siyonist kongre araştırması, alçakça bir çamur atma çabasıdır. Fakat anılan diğer örnek, Arap Ulusal Kongresi, o güne dek Osmanlı devleti, İtalya ve İngiltere zulmü altındaki Arapların ulusal statülerini tartışmaya açmış, farklı Arap devletinin ortaya çıkmasına önayak olmuştu.

Buradaki kilit nokta, bir ulusun statüsünün uluslararası bir sorun haline gelişidir. Şimdi, Rojava’da gerçekleşen konferansın Ankara’yı neden bu kadar telaşlandırdığını ve parmaklardaki dayanılmaz kaşıntıya rağmen neden izlemekle yetindiği daha iyi anlaşılır. 1913’te Araplar, ancak Paris’te toplanabilmişti. Kürtler ise, ilhakçı devletlerin tam ortasında, bir mermi atımı, uzaklıkta toplanmaktan çekinmediler. Farkı yaratan kuşkusuz Rojava devriminin tüketilemeyen prestijidir.

Konferansta alınan kararlar baştan sona bir statü çerçevesinin çizilmesinden ibaret. Kararlarda en dikkat çekici maddeler şöyle ifade ediliyor: “Kürt bölgelerinin federal bir Suriye çatısı altında bütünleşik bir siyasi ve idari birim olarak birleştirilmesi.”, “Kürt halkının Suriye’deki varlığını yerli bir halk olarak tanımak. Siyasi, kültürel ve idari haklarını özgür ve eşit bir şekilde kullanma hakkı da dahil olmak üzere, uluslararası anlaşma ve sözleşmeler uyarınca ulusal haklarını anayasal olarak güvenceye almak.”

Böylece konferans, şu an işgal altındaki Afrin, GireSpi ve Serekaniye dahil, Kürt bölgelerinin federal bütünlükte birleştirilmesini, Kürt ulusunun politik-kültürel-idari haklarını özgür, eşit bir şekilde kullanım hakkını (UKH’nin utangaç bir tarifi), uluslararası sözleşmelere dayanarak anayasal garantiye kavuşturulmasını karar altına almış oluyor. İki açıdan önemli. Birincisi, Rojava’nın statüsünü uluslararası sorun düzlemine taşıması... İkincisi, 27 Şubat’ta Öcalan’ın yaptığı çağrının çok ötesinde bir içerik barındırması. Rojava yönetimi, çağrının ötesine geçen kararlardan hiç şikayetçi değil. Tersine, konferansın aldığı kararlar ile, bir Ulusal Kongre’ye vesile olmasını dileyerek, toplantıyı selamladılar.

Konferansın diğer önemli bileşeni, Barzani çizgisindeki ENKS, alınan kararların hayata geçmesinin güvencesini dile getiriyor. Bu güvence şöyle ifade ediliyor. “Küresel güçler Suriye’de Kürtler’i bir denge unsuru olarak destekliyor, HTŞ’ye güvenemiyorlar.” Doğru söze ne denir? General dürbünleri altında toplanırken de asıl güvence, sözü edilen güçlerdi. Fakat bu noktada, esaslı bir ayrıma dikkat çekmek zamanıdır.

Genelde Ortadoğu, özelde ise Suriye’de yaşanan tüm gelişmelerin iki tür değerlendirmesi mevcut. İlki her olan biteni BOP gibi emperyalist planlar ve bu planlara adapte olan bölge gerici devletlerinin arzularıyla açıklayan bakıştır. Diğeri, bu gelişmelerin küresel iç savaş ve devrim tehditleri karşısında emperyalist-kapitalist dünyanın çırpınışlarının bir sonucu olduğuna dayalı bakıştır. Ki, bu ikinci bakışa göre emperyalist plan ve arzular ikincil plandadır, belirleyici olan küresel iç savaş ve devrim dinamikleridir.

Son çeyrek yüzyıllık deneyimin ikinci bakış açısını öne sürmekte tereddüt göstermiyoruz. ABD’ye atfedilen ve kısaca BOP olarak bilinen, Ortadoğu’yu etnik-dini-mezhebi ayırımlar üzerinden yeniden biçimlendirmeyi, sınırları yeniden çizmeyi hedefleyen planların ortaya çıkış tarihi, bu milenyumun ilk on yılıdır. Yani 11 Eylül provokasyonu sonrasında ABD’nin tek taraflı olarak 3. Dünya Savaşı’nı başlattığı ve küresel iç savaşı yaydığı yıllardır. BOP, küresel iç savaşta hegemonyasını kaybeden ABD için, bir can simidi planıdır. Bölünüp parçalanan ulus devletler, bu sayede emperyalist tam ilhakın kolay lokmaları haline gelebilecekti.

Niyet buydu, akıbet ne oldu? BOP‘un ilk uygulama sahası olarak seçilen Irak’ta bile bu planlar işlemedi. Basra’dan mahrum Bağdat ya da her ikisinden mahrum Erbil, tam ilhaka uygun değildi, astar yüzünden pahalıya gelecekti; ekonomik entegrasyon yeterince ilerlemişti ve Irak'ı dini-etnik-mezhebi temelde üç parçaya bölmek, her parçanın ekonomik olarak kötüleşmesi demekti. Bundan daha önemli bir başka olası sonuç şuydu: Aralarına bir sınır çekerek etnik-mezhebi çatışmaları dışlayan küçük-parçaları yönetmek, bu çatışmalar içine yuvarlanan bütünü yönetmekten daha zor olacaktı. Emperyalist işgale karşı silahlı direniş dahil tüm mücadele araçlarını daha ilk günden devreye sokan Basra’nın rafineri işçileri, silahlı direnişi kent savaşları seviyesine çıkaran Bağdat-Felluce hattı, BOP planlarını devre dışı bırakan ana etmenler oldular. Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını engelleyen, aynı koşullardı. Çok sonra, 2017 yılında Barzani, bir süredir hükumetini bunaltan şiddetli ayaklanma dalgasından yakayı sıyırmak maksadıyla bir bağımsızlık referandumu düzenlediğinde, ilk karşı çıkan bizzat ABD’ydi. Çünkü böyle bir referandum, en başta Bakur’u (K. Kürdistan) yeniden ayağa kaldıracak ve NATO’nun en güvenli karşı-devrim üssü olan Türkiye ciddi bir toplumsal devrim tehlikesine maruz kalacaktı. Bir kez daha BOP planları, toplumsal devrim tehdidi karşısında ezilmiş oldu.

Suriye üzerinde kurgulanan BOP planları da benzer kaderden kaçınamazdı. 2008 krizi ve Arap Devrimleri gölgesinde alelacele devreye sokulan Suriye’yi parçalama planları, çok açık ki küresel iç savaşın belirleyici etkisi altında ısıtıldı. Bu hevesle, IŞİD katil sürüleri beslendi, silahlandırıldı. Bu kez planları altüst eden tarihi gelişme Rojava’da yaşandı. 2014 sonbaharında IŞİD sürülerine karşı görkemli bir kahramanlık gösteren Rojava devrimcileri, 1 Ekim’de tüm dünyada “Kobane Günü” dayanışmasını yarattı. Dünya emekçi sınıflarının IŞİD’e öfkesi ve Rojava savaşçılarına sempatisi öyle güçlü bir dalga yarattı ki, ABD beslediği katil sürülerini alelacele terk edip Kürt güçlerine yardım ederek zevahiri kurtarmak zorunda kaldı. Yine de BOP’da öngörülen bağımsız Rojava hedefine ABD hiç destek sunmadı. Neden, 2017 referandumuna karşı çıkış nedeniyle aynıydı. Bağımsız bir Rojava TC’nin boğazına uzanan bir yumruk olacaktı.

Bu özet, BOP’un değil, küresel iç savaş ve bölgedeki toplumsal devrim dinamiklerinin esas çerçeveyi belirlediğini kanıtlamaya yeter. ABD gibi emperyalist bir devin bile her adımını toplumsal devrim tehdidi altında atıyor oluşunu hesaba katarsak, bağımlı ve ekonomisi yapısal krizle boğuşan Türkiye’nin aynı kaderden kaçınmasının mümkün olmadığı daha iyi anlaşılır.

Bu nedenlerle, nihayet adı “Terörsüz Türkiye” diye konulmuş süreçte, heba edilen zaman dinci faşist iktidarın aleyhine işliyor. Her yeni gelişme, onun tutmaya çalıştığı ipleri elinden kaçırıyor. İmralı’dan kopardığı tavizleri, Qamişlo’da kaybediyor. Fesih ve silahsızlanmayı, iç-cepheyi bir an önce sağlamlaştırmak için elzem gören Ömer Çelik, araya sıkıştırdığı tehditlerle diş göstermiyor aslında; ama duyulan diş gıcırtısı, korku ve endişeyle titreyen çenelerden geliyor.

4 Mayıs 2025

Umut Çakır